Doğa Ana! Olmasaydın, Olmazdık!!! (Ekolojik Boyutu)

“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Şef Seattle, Kızılderili Lider

‘Doğa ana’ diyoruz.. Neden ‘ana’ dediğimizi hiç düşündünüz mü? Eminim anında hissettiniz.. Bizi göğsünde barındıran, besleyen, tüm verdiğimiz zarara rağmen yine vermeye devam eden, hep yanıbaşımızda varolan, bizi var etmiş, hep varolacakmış gibi gelen o nedenle değerini zamanında ve yeterince göstermediğimiz bir oluşumdan bahsediyoruz. Aynı ana gibi değil mi Dünyamız? Burası bizim yuvamız ve şimdilik insanoğluna buradan başka bir yuva yok. Burası bizim yaşayabildiğimiz, sahip olduğumuz tek yer…

Carl Sagan’ın ruhu tarafından ele geçiriliyormuşum gibi bir hisse kapıldım birden (keşke de öyle olsa)… Gerçekten de dünyamız ile ilgili en çok hoşuma giden cümleler onun dilinden dökülmüştür. Bir sonraki yazımda onun 1996’da yaptığı konuşmayı olduğu gibi alıntılamaya karar verdim. Buraya tıklayarak o konuşmaya gidebilirsiniz…

Sürdürülebilirliğin çevresel boyutu en genel anlamıyla, doğanın dengesinin, doğal kaynakların, dünya içerisindeki çeşitliliğin ve yaşamının devam ettirilmesi adına korunmasını hedef almaktadır.

Sürdürülebilirliğin ekolojik boyutu; temiz su kaynaklarının ve havanın korunması, zehirli gazların azaltılması, bioçeşitliliğin korunması, çevresel araştırmalar yapılması, geri dönüşüm ve atıkların gübreleştirilmesi gibi uygulamalar ile birlikte; doğal kaynakların verimli kullanılması, yeşil ve yenilenebilir enerji uygulamaları, verimli ürün yönetimi programları ve bunları gerçekleştirecek yazılım ve teknolojilerim geliştirilmesi hususlarını içeren çevre-ekonomisi konularını ve çevre hukuku, sağlık ve güvenlik, iklim değişikliği, çevre etiği vb. sosyo-çevresel konuları kapsamaktadır.

Günümüzde çevre ile ilgili artan kaygılar; aktivistlerin, hayvanseverlerin yükselen sesleri ve baskıları; doğal kaynakların korunması ile ilgili devlet yaptırımları ve yasaları; firmaların çevreye duyarlı sosyal sorumluluk anlayışınına bürünmeye çalışmaları; kaynakların azalması ve alanların daralması nedeniyle geridönüşüm ve atık yönetiminin önem kazanması ile sürdürülebilirliğin çevresel boyutunun üzerinde çok fazla durulmaya başlanmıştır. Delinen ozon, kirlenen hava, kirlenen su, kirlenen toprak, betona dönüşen bitki örtüsü, fosil yakıtların kullanılması ile havaya salınım yapan zehirli karbon gazları, iklim değişikliği, küresel ısınma ve buzulların erimesi, daha çok kuraklık, artan kıtlık, atıklardan daralan kaliteli yaşam alanları, bazı canlı türlerinin soylarının tükenmesi, dünyanın ekosistemindeki dalgalanmalar vb. gibi sebep olduğumuz nedenlerle diğer canlılarla birlikte neslimizi de tehlikeye attık. Birçok insan ve diğer canlılar yiyecek bir lokma yemek, içecek bir damla su bulamıyor. Şimdi insanoğlu bu konu üzerinde durmayacak da ne yapacak? Tüm dünya seçimler ve politikacılar üzerine mi konuşacak? Ya da bilmem kimin, bilmem ne giydiğini, yediğini mi konuşacağız? Gülünç olmayın tabiiki sürüdürülebilirliği konuşacağız, öyle de yapıyoruz zaten.

Artık daha yüksek bir bilinç ile tüm dünyada doğa ananın kalbini yeniden kazanma çalışmalarına başlanmıştır. Bu çalışmalar içerisinde kaynakların etkin kullanılması, geri dönüşüm ve etkin atık yönetimi planlarının uygulamaya sokulması, çevre etiği ve getirilen sınırlayıcı yasalar, zehirli karbon gazlarının salınımının azaltılmaya çalışılması (özellikle lojistik sektöründe), yenilenebilir teknolojilerin hayata geçirilmesi, nükleerden ve nükleer teknolojilerden kaçınılması örnek olarak gösterilebilir. Bu zamana kadar dünyamıza ciddi zararlar verdik.  Nerede görmüştüm hatırlamıyorum ama verdiğimiz zararın şöyle bir matematiği vardı:

Dünya 4.6 milyar yaşında. Bunu 46 yıl olarak farzedersek; insanoğlu sadece 4 saattir yeryüzünde ve endüstri devrimi başlayalı sadece 1 dk oldu. Biz ise bu kadar kısa sürede ormanların yarısını yok ettik. Steve Cutts’ın ödüllü animasyonu “Man” bu 4 saatlik süreci 3 dk ile çok güzel özetlemiş. Sizi hiç yormadan hemen aşağıda paylaşıyorum bu animasyonu.

(Video açılmazsa buraya tıklayarak videoyu izleyebilirsiniz) 

Ne güzel anlatılmış değil mi yuvamıza ve yuvamızı paylaştığımız dostlarımıza verdiğimiz zararı? Hani bazen diyorum birde kızıyorlar bana ama insandan daha vahşi bir canlı olduğunu düşünmüyorum. Kötü birer ev arkadaşıyız biz… Hakikatten şöyle bir düşünelim eşsiz güzellikte bir evdeyiz ve birsürü ev arkadaşıyla yaşıyoruz. Ama evdeki bir arkadaş, en güzel odaları, mutfağı, banyoyu ele geçirmiş durumda ve siz diğer ev arkadaşlarınızla o evin bir köşesinde tıkılmış durumdasınız. Bu kişi devamlı sizin alanınıza giriyor, diğer odalar yetmiyormuş gibi sizin odanızı yavaş yavaş ele geçiriyor, sizin dolabınızdan yiyor içiyor, üstüne çöpünü yine sizin odanıza bırakıyor; siz sigara içmiyorsunuz ama o pişkin bir şekilde odanızda sigarasını içiyor, üstüne birde odanızda rahat bir şekilde gazını çıkarıyor, yeri geliyor sizin kıyafetinizi gasp ediyor bunuda sizin kafanıza vura vura, tekme-tokat yapıyor. Ve maalesef gidecek başka bir yeriniz yok siz kısacık yaşamınızda bu zorba ile yaşamak zorundasınız. Bir ömürlük trajedi….. İşte ucundan kıyısından böyle birşey diğer canlılar için insanoğluyla yaşamak.

Gerçi diğer ülkelerdeki gibi değil ama bizim insanımız da durumun ciddiyetinin çok farkında; “hava bu seneki kadar sıcak hiç yapmadı”, “bu sene sıcaklık normallerin çok altında soğuk vurdu”, “n’apalım abla? Bu sene geçen seneye göre pek az mahsül aldık fiyatlar ondan uçtu”, “hayvanlar bu sene çok yavrulamadı”, “buralarda eskiden çok güzel bir göl vardı, balık tutardık”, “eskiden buralarda çok güzel bir orman vardı” kesin AVM olmuştur… Maalesef İzmir-Balçova AVM konusunda uçmuş durumda. Bu bölgede sıra sıra AVMler dizilmiştir. Aşağıdaki haritada göstermek istedim. Fotoğrafta işaretlediğim ve şimdilerde AVM olan yerler eskiden yemyeşilmiş ve çok güzel mandalin bahçeleri varmış. Dahası biz Narlıdereden ev aldığımız sırada arkamızdaki dağda kocaman bir orman vardı ve hiç ev bulunmuyordu.. Sadece 10 yılda Narbel isminde bir semt kuruldu oraya ki dağın zirvesine kadar yüksek binalar diktiler. Birde şimdi güzelim teleferiği de imara açtılar.


Türkiye bu konuda çok kötü noktalarda… Şişirilmiş inşaat sektörü, bilinçsiz yapılan binalar, bilinçsiz yapılan altyapı ve yerleşim planları, e birde peşkeş çekilen müteahhitler sayesinde yeşil alan kalmıyor. Evet peşkeş çekiliyor hatta gizliden ortak bile olunuyor. Gerek parsel numaraları değiştirilerek olsun, gerek müteahhit firmanın küçücük bir alana cami veya okul bağışı ile koskoca parseli imara açtırtması yoluyla olsun (ki daha kimbilir ne gibi yöntemler kullanıyorlar) koskoca yeşil alan olan parseller talan edilmektedir. Bu ülkede 1. dereceden SİT alanları bile imara açılıyor. Sonuç olarak heryeri betonlaştırdılar ve betonlaştırmaya devam ediyorlar. Hatta kentsel dönüşüm ile beton tekrar betonlaştırılıyor. Birde bu alanlar birçok canlı için de yuva. Zaten insanlar hayvanların yaşam alanlarına usulsüzce girip yıllardan beridir onları zehirliyor. Daha da kötüsü korkunç barınaklara atarak yavaş yavaş öldürüyor. Kesinlikle başka bir yazıda ülkemizdeki barınaklar konusunu, cehennemini detaylı anlatacağım.

Doğaya verilen zarar sadece betonlaştırmadan ibaret değil. Ya biz hakikatten enteresan bir milletiz. Adam beyaz eşya alıyor A++ ama tüm gün elektronik eşyalarını standbye da tutuyor. Binasında çok daha verimli ve ekonomik olan daha da önemlisi temiz olan jeotermali var, hala elektrikle ya da kömürle ısınmayı tercih ediyor. Belli bir yaşın üstünde olanlar aman ekonomik olsun diye bulaşığı makinada değil elde yıkıyor, bulaşık makinesinden çok daha fazla su sarfediyor.
Çevre atık bakımından da müthiş kirletiliyor. Çöpler oraya buraya atılıyor. Adam çiğdem (çekirdek) yiyor, çöpünü tek tek yere atıyor. Neymiş efendim keyif yapıyormuş. Küllüğünü orta yere boşaltıyor. Mangal yakıyor, izmarit atıyor, bilinçsizce ateş yakıyor ormanı tutuşturuyor. Çoluk çocuk deniz keyfi yapacaklar, pet şişelerle sular taşıyorlar, boş pet şişeleri kumda, denizde bırakıyorlar. “Dolusunu getirmeye üşenmiyorsun da, boşunu götürmeye niye üşeniyorsun e pis insan?” diye sorucam birgün, dayak yersem burada duyururum. Darı yiyorlar kuma dikiyorlar. Bir dikili ağaçları yoktur ama bir pazar günü sonrası koskocaman pilajı mısır, izmarit ve pet şişe tarlasına dönüştürebiliyorlar. Denize uçan naylon poşetlerden ve pisliklerden bahsetmek bile istemiyorum. Daha o kadar çok yapılan iğrençlik varki gerçekten burada yazmak istemiyorum.

Hepimiz görüyoruz ki fabrikaların da çevreye zararları korkunç durumda. Bacalarından çıkan zehirli gazlar, derelere bıraktıkları atıkları hem suları hem içindeki canlıları, hemde bizleri zehirliyor. Torbalı da bir mermer işleme fabrikası arkasındaki dere yatağını tamamen doldurmuş durumda mermer atıklarıyla ve dereyi tıkadılar. Sadece oradaki suyu kurutmadılar, oradan su bekleyen çiftçiye de, su içen her bir canlıya zarar verdiler.

Şimdi kendimize soralım yukarı resimdeki yerkürenin hangi yarısını çocuğunuza, gelecek nesillere bırakmak istiyorsunuz?

Korkarım ki yakında çocuklarımız için ağaçların gölgesinde oturabilecekleri yeşil alanlarımız, ciğerlerini dolduracak temiz havamız, suyunu kana kana içecekleri derelerimiz, ayaklarını çırpıştıracakları temiz göllerimiz, kızgın kumlardan serin sulara atlyabilecekleri temiz plajlarımız kalmayacak. Yabancılara özelleştirdiğimiz, kendi topraklarında para verip girebilecekleri hariç tabiiki. Sokakta oynayıp sarılabilecekleri minik dostları olmayacak. Ama neyseki onlara birsürü beton ve çılgınca para harcayabilecekleri AVM’ler bıraktık. Halbuki çok güzel bir kızılderili atasözü vardı:

“Yeryüzü bize atalarımızdan miras kalmadı, çocuklarımızdan ödünç aldık”…

Ödünç aldık ama koruyamadık. Çünkü bu dünyadaki en güçlü parazittir insan. Ama tabiki de bunu durdurmanın çok çeşitli yöntemleri bulunmaktadır. İleri yazılarımda bu yöntemler, dünya üzerindeki sürdürülebilirlik uygulamaları ile ilgili konuşacağız.. 

Fulya Şenbağcı Özer

26.03.2017

İzmir

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.